Havada bir tuhaflık, yanan meyveler, dalında çürüyen domatesler, fakirleşen sofralar…
Geçen ilkbaharda dalları bembeyaz çiçeklerle dolu kiraz ağaçlarında, yaz başında sadece sayılı meyve olması şaşırtıcıydı. Çiçeklerin çoğu meyveye dönerken yanmıştı. Don vurmadığı halde küçücük meyvelerin yanmasına bir anlam veremedik. Nedenini, yıllardır kiraz ağaçlarının bakımını yapan yaşlı bir çiftçiden, tesadüf eseri öğrendik. Anlattıkları, iklimlerdeki değişikliğin gıda üretimini nasıl etkileyeceğinin işaretlerini taşıyordu:
”Çiçekler tam meyveye dönerken aniden sağanak yağmur bastırdı. Hemen ardından da kızgın güneş çıktı. Yağmur damlaları mercek oldu, güneş vurunca minicik meyveleri yaktı…”
İzmir’in güney doğusunda yaşadığım dağ köyünün çevresinde tarımla uğraşanlar, bu yıl meyve ve sebzelerin çoğunun erken olgunlaşıp dalında çürüdüğünü anlatıyorlar günlük sohbetlerimizde. Sonra da ekliyorlar: ”Bu yıl havada birşey var…”
Bu yıl elma da, ceviz de, üzüm de 15-20 gün erken oldu, Küçük Menderes Havzası’nda. Hem Küçük Menderes Ovası’nda hem de çevresindeki dağlarda, toprağa dayalı üretimle ilgilenen kimle konuştuysam, mevsimlerin 20 gün ilâ 1 ay erken geldiğini söylüyor. Köylülerin Hıdrellez’e, Zemheri’ye göre düzenlediği ekim-dikim takvimi de şaşmış durumda. Örneğin, yüzyıllardır Anadolu halk takvimine göre, insanlar Hıdrellez’de gün doğarken yapraklarda oluşan çiyi toplayarak yoğurt mayalayabiliyordu. Ancak son iki yıldır Hıdrellez zamanı yapraklarda çiy bulamıyoruz. Yaz boyunca hiç yağmur yağmadı. Kasım ayına kadar iki saatten fazla yağmur görmedik. O da sağanak değil, usul usul… Sulamada kullandığımız, dört metre derinlikteki yağmur suyu göletimiz kurumak üzere. Küçük Menderes Ovası’nda tarımla uğraşan arkadaşlarım yer altı suyunun aşırı kullanılması sonucu oluşan boşluklar nedeniyle, derinliği üç metreye varan devasa çökmelerle/obruklarla karşılaştıklarını anlatıyorlar. Yeraltı suyu seviyesi giderek düşüyor.
Kırsalda bunlar olurken, doğadan uzak yaşayanlar iklim değişikliğinin havaya, toprağa, bitkilere, hayvanlara, dolayısıyla gıda üretimine ve damağımıza, midemize, sağlığımıza yapacağı zincirleme etkilerin farkına varmıyor. Çünkü kiraz meyveleri yanarken, domatesler tarlada çürürken, buruş buruş zeytinler toplanmak için yağmuru beklerken, market rafları giderek daha fazla sahte gıdayla dolup taşıyor. Albenili envai çeşit yiyecekle zengin görünen sofralar, besin değeri açısından giderek fakirleşiyor.
Evet; iklimler değişiyor ve havada birçok tuhaflık var. Tarımla ya da bahçecilik ile biraz yakından ilgilenenler gıdaların tozlaşma, çiçeklenme ve meyveye/taneye dönme dönemlerinin ne kadar hassas iklim koşullarına bağlı olduğunu bilir. Meyve ve sebzelerin üremek için arılara, böceklere, kuşlara, rüzgâra, belli bir neme ve sıcaklığa ihtiyaç duyduğunu da bilirler. Bitkiler, hayvanlar beslenmeden üremeye tüm faaliyetlerini doğal döngülerin işleyişine göre düzenlediklerinden, iklimlerdeki değişimlerden hemen etkilenirler. Bu nedenle eğer yeterli önlemleri almaz, uyum stratejileri geliştirmezsek, havadaki tuhaflığın sofralarımıza yansıyacağı zamanlar yaklaşıyor.
Ancak çelişki şu ki; iklim değişikliğinin tehdidi altındaki gıdalar üretilirken, iklim değişikliğine neden olan uygulamalardan vazgeçilmiyor. Başka bir deyişle; yaygın olarak kullanılan endüstriyel tarım yöntemleri sonucu atmosfere salınan sera gazlarının neden olduğu iklim değişikliği, gıdamızı, dolayısıyla sağlığımızı tehdit ediyor.
Örneğin yüzlerce dönüm araziye sürekli aynı ürünün ekildiği monokültür uygulamaları, toprağı ciddi anlamda fakirleştiriyor. Bu da daha fazla pesitisit ve suni gübre kullanımına neden oluyor. Bunun anlamı da, daha fazla fakirleşme ve sera gazı salımı…
BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun Greening the Economy with Climate-Smart Agriculture raporunda, konvansiyonel tarımın, toplam seragazı salımının yüzde 58’ini oluşturan ve çoğunlukla gübre kullanımından kaynaklanan bir azotoksit kaynağı olduğuna dikkat çekiliyor.
TARIM-GIDA-İKLİM İLİŞKİSİ
Tarım-gıda-iklim ilişkisi söz konusu olduğunda, toplu arı ölümleri, aşırı kuraklık ya da sellerin tarımsal üretime verdiği zarardan, giderek daha çok gıdanın ambalaja girmesine kadar söylenecek çok şey var. Gıdanın üretim, işleme, paketleme ve nakliyesi, sera gazı salımının üçte birinden fazlasından sorumlu. Ve asıl sorun, gıdanın nakliye mesafesinden çok üretim aşamalarından kaynaklanıyor. Örneğin, gıdanın üretimi aşamasında salınan zararlı gazlar, gıdanın yaşam döngüsünün yol açtığı sera gazları toplamının yüzde 80’i. Dünyadaki hayvansal üretim ise bir yılda gerçekleşen yıllık karbon salımının yaklaşık yüzde 15’inden sorumlu. Aynı şekilde pestisitler, kimyasal gübreler, tarımda kullanılan makinelerin fosil yakıtları, toprak sürme sonucu ortaya çıkan karbon ve daha bir çok şey, tarımsal üretimin iklim değişikliğine etkileri konusunda ana başlıklar arasında…
FAO’nun Gıda Güvencesi Komitesi, 31. Oturum Raporu (2005), iklim değişikliğinin, tarımsal üretimde yüzde 16’lık bir azalmaya yol açacağına dikkat çekiyordu. Bu durum, 65 ülkede tahıl üretiminin düşmesine ve gelişmekte olan ülkelerdeki işlenebilir arazilerin yüzde 11’inin olumsuz etkilenmesine neden olabilir. Örneğin, 2014 yılında kuraklık ve zamansız yağan yağmurlar nedeniyle Türkiye’de bazı bölgelerde buğday üretiminde yüzde 30’lara varan rekolte kayıpları yaşandı.
Buna karşın market rafları dolu olduğu sürece tarlada, bahçede ne olduğuyla pek ilgilenilmiyor. Ağaçlar çiçek açmadıkça, çiçekler meyveye dönmedikçe, meyveler olgunlaşmadan çürüdükçe marketlerde gerçek gıda görmek iyice zorlaşıyor. Yapay olanlara, gıday-mış gibi yapanlara ise daha çok yer açılıyor; raflar dolu ama gerçek gıda giderek azalıyor…
Buna karşın iklim değişikliği söz konusu olduğunda, tarım ve gıda güvenliğine dair konuşulanlar, enerji ve ulaşım kadar gündeme gelmiyor. Oysa işin en yaşamsal kısmı ne enerji, ne de ulaşım. Suyun ve yemeğin yanında enerji ve ulaşımın önemi ne olabilir ki…
Konunun gündeme gelmemesi, şu anda üzerinde harıl harıl çalışmamız gereken iklim değişikliğine uyum çalışmalarına da ilgisiz kalınmasına neden oluyor.
Gerçek gıdanın geleceği için, tarımın iklim değişikliğine etkilerini azaltacak önlemleri sıralarken, aynı oranda iklim değişikliğine uyum stratejilerini geliştirmek gerekiyor.Kuraklığın artacağı ve biyolojik yok oluşun hızlanacağı önümüzdeki yıllarda, pek çok alanda olduğu gibi gıda üretiminde de en çok ihtiyaç duyulacak şey; iklim değişikliğine uyum bilgisi olacak. Örneğin, toprak sürmesiz tarım, toprağın onarımı ve su tutma kapasitesinin artırılması, iklim değişikliklerine dayanıklı türler/tohumlar, yağmur hasadı uygulamaları, suyun tasarruflu ve yeniden kullanımı, usanmadan tekrarlamamız gereken konu başlıkları…
Artık konu sadece çiftçilerin ya da üreticilerin meselesi değil; hepimizin meselesi. Günümüzde permakültür, ekolojik tarım, atalık tohumların yaygınlaşması, bütüncül mera yönetimi gibi çok sayıda yöntem, iklim değişikliklerine uyumu ve ekosistem onarımını ele alan uygulamalar öneriyor. Yapay üretimler ve ”piyasa” dayatmaları arasında sıkışan, çeşitliliği ve doğal döngüleri destekleyen üretimler yapan küçük çiftçilerin doğal yöntemlerle üretim çabasına destek olmak, gıda güvenliğinin sağlanmasının temel koşullarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüzde uygulanan tarım politikaları söz konusu olduğunda ise, cevaplanması gereken pek çok soru var: Örneğin; Milli Tarım politikası belirlenirken tarımsal üretimin iklim değişikliğine etkisi ve gıda üretiminde iklim değişikliğine uyum programları dikkate alındı mı? Gıda ve Tarım Bakanı açıklamalarında, “Tarımsal üretimde bir karış toprağın zayi edilmemesi, en rasyonel şekilde toprakların kullanılması“ndan söz ederken; yapılaşma, sanayi, turizm, maden, enerji vb. yatırımlar nedeniyle zayi olan tarım alanlarından mı söz ediyor? Gümrük ve Ticaret Bülteni’nde yayımlanan ”Türkiye’de tüketilen sebze ve meyvenin yaklaşık dörtte biri tüketim merkezlerine ulaşamadan zayi oluyor” açıklamasındaki zayi meselesi nasıl çözülecek? İklim değişikliğinin nedenleri arasında sayılan pestisitler, kimyasal gübreler ve monokültür tarım nedeniyle giderek fakirleşen toprakların dinlenmesi için nadasa bırakılması engellendiğinde, oluşacak çölleşmenin önü nasıl alınacak?
Zaman giderek daralıyor. Bir yandan yaygın endüstriyel uygulamaları sorgularken, diğer yandan da enerjimizin büyük kısmını çözüme odaklanmaya, uyum ve onarım için harekete geçmeye vermek gerekiyor. Örneğin, her ev, her site, her atölye, her tesis, her mahalle, her çiftlik, her köy yağmur suyunu toplayabilir. Her ev, her site, her tesis, her mahalle, her çiftlik, her köy kendi enerjisini üretebilir.Kuraklığa dayanıklı türlerin ekimi, toprağın su tutma kapasitesinin artırılması, yağmur hasadı programları vs konusunda daha fazla adım atılabilir.
Son yıllarda enerji konusunda konuşulan ”yerel toplulukların gücü ve katılım” konusu tarımsal üretim için de geçerli. Daha çok enerji harcayan, monokültürü ve endüstriyel tarımı destekleyen, toprağı yoran, büyük ölçekli ve merkezden yönetilen projeler yerine, yerelde, katılımcı ve küçük ölçekli olanlara yönelmek, doğayla uyumlu yöntemlerin uygulanabilirliğini kolaylaştırıyor.
BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), tarımda ekolojik döngüleri dikkate alan bütüncül yöntemlerin iklim değişikliğine uyumda yarar sağlayacağını söylüyor. Bunlardan en önemlisi değişen çevresel koşullara ve baskılara direnci artıran biyoçeşitliliğin sürekliliğinin sağlanması. Çünkü genetik çeşitliliği olan popülasyonlar ve tür bakımından zengin ekosistemlerin, iklim değişikliğine uyum potansiyelleri daha büyük. Geniş alanlarda tek tür tarım yerine, birbirini destekleyen farklı çeşitlerin ekimi de iklim değişikliğinden dolayı tek türde meydana gelebilecek üretim kayıplarının telafisini, başka türlerle sağlayabilir. Ekim nöbeti, karışık ekim, yeşil gü̈breler, kompost kullanımı, yerel çeşit kullanımı, daha az toprak sürme gibi yöntemler fazla miktarda gübre kullanımına son veriyor, sera gazı salım miktarında önemli düşüş sağlıyor.
Genel kanının aksine, dünya nüfusunun sağlıklı beslenmesi için, sera gazı salımına neden olan endüstriyel tarım yöntemlerine ihtiyaç yok. Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Yonca Demir ve araştırmacı Bulut Arslan’ın yaptığı ”Ekolojik tarım Türkiye’yi besler mi?” araştırmasını sonuçları, bunu mümkün olabileceğini ortaya koyuyor. Üstelik bunun için Türkiye’deki ekilebilir alanların sadece yüzde 50’sini kullanmak yeterli.
Sonuç olarak iklim-tarım-gıda ilişkisine biraz daha yakından bakıp, gündeme getirirsek, onarım ve uyum uygulamaları yaygınlaşabilir. Böylece hem sera gazı salımını hem de iklim değişikliklerinin olumsuz etkisini azaltmak mümkün olabilir.
Kaynak: http://350turkiye.org/